12 Eylül 2012 Çarşamba

Gün Doğumu...


Her sabah gün doğumunu yakalıyorum... 
Bir kaç balıkçı teknesi kendine has ritmiyle en nazlı tavrını takınmış salınıyor el değmemiş örtünün üstünde... martılar da beraberinde... 
Bugün ay'ın son hali de eş; renk ahenk gün doğumuna... Hazır ol'da bekliyoruz güneşin altın sarısı gül yüzünü...
Dileklerimi ilk ışıklara yetişsin diye nefessiz sıralıyorum....
Gecenin karanlığından sıyrılma çabasındaki bir gün daha, aydınlığa çok yakın... 
günaydın sevgilim....

Burçak, İstanbul, Eylül... 

29 Mayıs 2012 Salı

jeux d'enfants...




jeux d'enfants...
love me if you dare... 

sicacik... icten... bir cocukluk ve mutlulukluluk hikayesi filmi... 

iki kucuk kalp... biri kiz; biri erkek... hayat ellerinde oyuncak... birbirlerine besledikleri askin simgesi kucucuk bir kutu... 

oyunun kurali basit...  `caps ou pas caps` (var misin yok musun?) sorusunun ardindan eger yanit `caps` (varim) ise... bu durumda kutu'ya sahip olan her ne isterse, digeri onu yapmakla yukumlu... iki haylaz yuregin birbirlerine duyduklari bagliligin; sadakatin gostergesi oyunun devamliligi... 

hayati, kurallarini kendilerinin koydugu bir oyunun icine sigdirabilme cabasindayken her ikisi de... oyunun heyecanina kapilip gercekliklerini unuttuklari anlar, bizim hayatin icinde gundelik gerekliliklerle kayboldugumuz anlari hatirlatir nitelikte... ancak bedeli cok agir... 

bedeli yillarca birbirinden uzak kalmak... bedeli ask'i araf'ta aramak...  bedeli hayatin kisitli zamanlarda sundugu hediyeleri oyuncak sanip evirip cevirmek ve asil soruya verecek yaniti icten ice biliyor olmaya ragmen susarak; kapilmak hayatin en derin ama bir o kadar da sig; gundelik dongusune... 

tum bunlar olup biterken... 

...hayat bazen karsimiza kaya gibi cikar ve bize sorar... `caps ou pas caps`... agzinizdan yureklice cikacak tek bir hece yasaminizi bilinmezlerle dolu ama bir o kadar da heyecanli yepyeni bir baslangica tasiyabilir...  yeter ki kocaman bir nefes alin ve `caps` diyebilecek cesareti huzurla ve size sunulan hediyelere sonsuz guvenerek kendinizde bulun... 

yeter ki gercekten ve gercekten... sadece yureginizin sesini dinleyin...

bir dilek tutun ve gercek olsun... 

kocaman bir nefes alin ve nefesiniz ses tellerinizle bulustugunda... her ne soylediginizi duyuyorsaniz bir yabanci gibi... birakin o yabanci gercekliginizle bulussun ve size gostersin ne kadar cok sevildiginizi ve sevdiginizi... 

simsiki sarilin hayalinize; mutluluklugunuza ve hic birakmayin... 

ankara'da mutlulukla karsiladigim tum gun isiklari... kalemimi dile getirdiginiz icin size minnettarim... 

burcak







16 Nisan 2012 Pazartesi

Elde var 34...

"Küçük bir kız çocuğu iken de laf dinlemezdin zaten... ne var ne yoksa kendi bildiğin..." 

Anneciğim, sana bir itirafta bulunayım aslında o günlerde de pek birşey bildiğim yoktu; bugün de yok :)

İçimde bir türlü büyütemediğim kız çocuğu hallerim var sıkça... bir de kendimde keşfettiğim ve keşfettikçe de daha bir ben olduğum tomurcuk anlarım; anılarım... anlatmaya kıyamadığım; yaşamaya doyamadığım... her gününden ayrı bir keyif aldığım... bazen içinde kaybolduğum... kalp ritmimi bozacak kadar kendimi yorduğum... dünyalar güzeli dostluklar edindiğim... arasına bir de güzel aşk sığdırdığım... yollara dökülüp perişan olduğum... sonrasında yine koşa koşa kendimi kalemim ve defterimle başbaşa bulduğum...

Küçükken olduğu gibi şimdi de dilek tutmak için sebeplerim var çokça... Her dolunay ışığında, her yeniayda, her bir çam ağacı kendince salındığında, yeni bir yuvaya sağ ayağımla adımımı attığımda, bambaşka bir diyarda bulduğum havuzlara attığım parlak bozuk paralar ardında, parlak gökyüzünü süsleyen yıldızlardan 9 tane saydığımda, sabahın köründe uyandığımda, mevsimin ilk meyvesini yediğimde...

Elde var 34 olunca sadece kendi hayatımın kıyısına vuran dalgaları değil ötesini görüyorum ve de hiç anlayamadığım; anlamlandıramadığım sesler çalınıyor kulağıma...

Bu seslerden biri evren'in en güzel hediyesi anneliğin hediye edildiği bazı kadınların bebeklerine verdikleri zararların sebebini soruyor... bir diğer ses, farklı bir yerde kız çocuklarının yüzlerini yere eğdirenlerin gece yataklarında nasıl uyuyabildiklerini... bir baba çaresizce çağımızın sosyal platformunda "kızım kayıp" diye çığlıklar atarak sesini duyurma çabasında...

çocuklar artık bizim küçüklüğümüzdeki gibi kedileri alıp beslemiyorlar annelerinden azar işitme; sonunda çığlık çığlığa aşı olma pahasına... onun yerine zarar veriyorlar minik can'lara, şiddet öğretilmiş minik can'larıyla...

gizli; pamuktan; pembe bir sığınağa yerleştiriyorum şiddeti, acımasızlığı ve sevgiye dönsün diye ufak ufak çabalıyorum kendimce; meleklerimle...

şimdi elde var 34 ve ben yine sevgiyle büyümeyi diliyorum; öğreniyorum... hani söyledim ya en başta, küçük bir kız çocuğuyken de pek birşey bildiğim yoktu; şimdi de hiç olmasın... kendimden başka...

Seni çok seviyorum...

Yavrun...
Burçak

24 Mart 2012 Cumartesi

Canım Ağaç :)

calf - 2012
Perdenin ardından hadi artık bahar geldi diye seslenen gün ışığı ve pırıltılı güneş :)
Baharın müjdesi kuş sesleri eşliğinde uzayan günler; kısalan uykularım... 
Kış uykusundan uyanan sokaklar; 
ve gardroplardan özenle seçilen pembelerle, sarılarla, turuncularla bezeniyor tenler... 
Doğanın üzerindeki donuk örtüyü özenle sıyıran güneş... 
Bir o yana bir bu yana savrulmaktan bitap düşmüş dallarını onarma çabasındaki ağaçlar.

Bugün günlerden mutluluk... 

Bir yıldır benimle olan arokaryamız, nam-ı diğer Calf :) bana harika bir hediye verdi baharın başlangıcı ile birlikte... Calf, açık yeşil bebek dallarını tüm güzelliği ile sergiliyor bu günlerde ve ben de her sabah koşarak yanına gidiyorum, yaşamın sunduğu mucizenin hiç bir anını kaçırmamak için... 

Tıpkı sarıldığım diğer ağaçlar gibi Calf'da benim sırdaşım, arkadaşım, sonsuzluğum... Evet, sarılıyorum ben ağaçlara, şaşkın bakışlara aldırmadan, yüzümde kocaman bir gülümseme eşliğinde... Bir de konuşuyorum onlarla, dileklerimi sıralıyorum peşpeşe... ama canlarını acıtmıyorum... şükrediyorum onları tanıdığım ve bana ilham verdikleri için... 

Ben onlara sarıldıkça onlar da içten içe sesleniyorlar sanki... nasıl en sert rüzgarda bile görkemli görünebildiklerini paylaşıyorlar... dallarındaki süsleri kaybetmelerine rağmen; asil duruşlarını nasıl koruduklarını ve sabırlı olmanın ne büyük bir erdem olduğunu fısıldıyorlar varlığıma... köklerinden gelen varolma hissi ve yaşama sevinci ile  üzerlerinde tonlarca kar varken dahi göğe uzanabilmenin tarifsiz hissini paylaşıyorlar... 

Biricik calf'ım... can adanadaki portakal ağacım... eymirde bugün kucakladığım görkemli çam ağacı... fatsada babamın diktiği meyve ağaçları... yeni yıl haftası dışında evin içine almadığımız ailemizin yeni yıl ağacı... bled'de kovuğuna sığdığım sırdaşım... viyana'da kıyısına oturup, özlemimi kana kana paylaştığım sığınağım... 

Bir an, bir zaman... kocaman gülümseyin, kollarınızı iki yana açın ve yolunuza çıkan bir ağaca sarılın ve kutlayın baharın gelişini :)


Sevgiler,
Burçak


5 Mart 2012 Pazartesi

Biricik'lik...

LLADRO
Kollarımı iki yana açtım ve "biriciğim" diyerek kocaman sarıldım kendime ve teşekkür ettim, biricik olduğumu hatırlatan her imgeye, hayatıma dokunmasına izin verdiğim; izin vermesem de kapıları zorlayan her biriciğe...

Biricik'liğe dair kelimelerime göz ucuyla yakaladığım küçük Lladro'lar dokundu...

Annem'den öğrendim Lladro'nun (http://www.lladro.com/), el yapımı porselen anlamına geldiğini... bense sonradan keşfettim ki Lladro porselenleri dile getiren mucize eller; saflık ve tek'lik demekti... Kucağında bebeğini tüm samimiyetiyle saran bir kadın ve erkeği dile getiren iki küçük hediye kondu gözbebeğime... ve dedi ki sadece var olduğun için biriciksin...

Henüz dört yaşının başlarında minik bir kalp... prenses elbisesini giymiş beni karşılamak için... her çocuk gibi o da taşıyor üzerinde cennet kokusunu... adı Lydia... minik kollarıyla sarıldığında, yatmadan önce ben ona masal okurken uyuduğunda, binbir türlü haylazlık yaptıktan sonra affedilmek için kocaman gözlerini üzerime diktiğinde, içimdeki sonsuza seslendi ve dedi ki sen de en az benim kadar biriciksin...

Bambaşka bir anı daha var hafızamda... Geçtiğimiz yıl İstanbul'da insan varlığımın en derinine dokunan bir sergide buldum kendimi can dostum Burcu'mla... Serginin adı "Body Worlds"... İnsan olarak dünyaya gelme hazırlığımızın en başından en sonuna... Bedenimizin ufacık parçalarından, en korunmasız haline dair izler vardı sergi'de... Her birimizin küçük birer mucize olduğumuzun en güzel kanıtlarındandı... Kalbinize kötü davranırsanız ne olur, iyi davranırsanız ne olur sorusuna benzer, pek çok bilinmezi kendi kendi gözlerinizle görebileceğiniz bir belgeseldi... 

LLADRO
Gazetedeki manşetler meydan okuyordu, bedenin yolculuğunda onu neler beklediğini görmek isteyen meraklı gözlere... Oysa ki, biraz içe dönmek, biricik'liğimizi deneyimlemek gibiydi Body Worlds'de yolculuk...  (http://www.bodyworlds.com)

Avucunuzun içine bakın... ya da doğduğunuz an'da gökyüzünün sizi karşılamak için, nasıl hazırolda durduğuna... ve hissedin... biriciksiniz... en az hayatınıza dokunan diğer biricikler kadar... sadece var olduğunuz için...

Sevgiyle,
Burçak


16 Şubat 2012 Perşembe

Brüksel'de Son Tango...




Brüksel'e ilk gittiğimde çiçeği burnunda bir öğrenciydim... Paris'ten Brüksel'e... Hiç bilmediğim bir şehir, bir ülke, kalacak yerim bile yok... Gözlerimi haritadan ayıramadığım bir yolculuğun ardından kendimi turistlerin uğrak yeri "grande place" ın yakınındaki tren garında buldum...  ardından da İskoçların istila ettiği hostel'deki 6 kişilik odada... 

Doğam gereği hızlıca bir kaç dost edindim... biri Brezilya'dan gelmiş diğeri dünyanın öteki ucu Güney Afrika'dan... Hepimiz birbirinden yanlış tahminlerde bulunduk bir diğerinin nereden geldiği ile ilgili ve birden Brüksel'de ev sahibi tavrımızı takındık önlük niyetine... Ardından izlemeye koyulduk İskoçya'dan gelen fanatik futbol taraftarlarını...her bir yandalar... bizimse müzip gülüşümüz yüzümüzde gamze niyetine... e gözler alışamadı tabi ki etekli erkeklere :)

...

Bir kaç yıl sonra uğrak yerim oldu Brüksel... Ankara'dan sonra kendimi ait hissettiğim ikinci evim... Merode'daki minik yuvam... tahta merdivenler... 10 adımlık yere sığan mutfak ve yaşam alanı :) gökyüzüne açılan pencerenin altında uyumanın keyfi... Yıldızları izleyeceğim diye geçen uykusuz geceler... yapayalnız geçen ilk doğum günümde beni mutluluktan ağlatan canlı yayın süprizi... çelik tencerede pilav yapma çabaları... arşınladığım sokaklar, parklar... dönemdaşımın bakışları altında bıkmadan yediğim haşlama sebzelere rağmen muhteşem çikolataların bedenime katkıları... bolca kırmızı şarap eşliğinde makarna... hiç ihanet etmediğim Türkiye yerel saati :) ... Como Como... Hayatıma kattığım biricik dostum... Brüksel ile ikinci tangomuz...tadı damağımda bir anı beraberimde taşıdığım...

...

Yeni yıla ramak kalmış... heryer melek tozları... her yer umut... her yer ışık ışık... Aşina olduğum sokaklar daha bir ben, daha bir tanıdık, daha bir sıcak... kızılderililerin eşsiz ezgilerinin beraberinde mutlulukluluk... Avrupa'daki her ülkenin sembolünün sergilendiği "mini europe" karlar altında... ve işte eşsiz Avrupa seyahati... Hafızalarda kalan Danimarka evlerinin çatıları,  bir kuple Fransa, birazcık da İtalya... avatar'ın büyüsü... mamiler... Türk mutfağına ait her tencerenin içinde mutlaka biraz patates; biraz da havuç :) müziğin ritmiyle masanın üzerinde tempo tutma çabaları... sabahın karanlığına, kışın azgın dalgalarına inat sımsıcacık ve alabildiğine özgür bir tango... yer... Brüksel...

... 

Dört kız arkadaş... dördü de birbirinden heyecanlı... birbirinden eğlenceli... an, o an... ipler koparıldı... iş toplantıları denk geldi... uçakta ortası boş yan yana iki sıra alındı... türlü totemler yapıldı ve tesadüf o'dur ki... her iki sırada da ortası boş kaldı ve bir başka Brüksel tangosu başladı... Kızların her biri bir diğerinden daha eğlenceye hazır, her biri diğerinden daha doğal... her biri diğerinden daha komik ama hiç biri olan bitenin farkında değil :) Valizler otele atıldı... ve karar verildi... ilk durak... makarna & şarap... yolların altı üstüne geldi... biri takıların arasında kayboldu, diğeri ...neyse :) Yolun sonu "como como"ya geldi dayandı... Sonrasında her bir kahkahamıza eşlik etti sangria... ama o bile yetişemedi coşkumuza... elimizde bir ömür anlatacağımız... dinlemekten bıktırana kadar anlatmaya devam edeceğimiz... hatta dinlemekten bıksalar bile yine kaldığımız yerden devam edeceğimiz... fotoğraf karelerine asla hapsetmeye kıyamayacağımız felekten bir Brüksel gecesi...

...

Brüksel'de Italyan restoranı bulma çabaları... kocaman birer pizza... ve eşliğinde Belçika'ya özgü rengi ve tadıyla biralarımız... uykucu bir seyahat arkadaşı... çikolata ve çilek'in eşsiz birlikteliği... gece boyu yüzümüze yansıyan ay ışığı... kısıtlı zamanlarda alışveriş telaşı... karıştırılan yollar... Türk Mahallesinde mesken tuttuğumuz Prestige Hotel... bolca içtenlik, ömür boyu süreceğini içten içe bildiğimiz dostluğumuzun şahidi... Brüksel... 

...

Daha niceleri var sizlerle zamanla paylaşacağım ve kendi içimde sonsuza dek yaşatacağım... ama size tavsiyem Brüksel ile ilk tangonuzda ayaklarınız birbirine karışsa da hiç vazgeçmeyin... Kendine özgü  halleriyle sizi adım adım alıştıracaktır kendine... Avrupa'daki pek çok kentte benzerleri olan "Grande Place" her gece başka bir süpriz sunacaktır, anılarınızda saklanmak üzere... waffle kokularını takip ederseniz, yol sizi Brüksel'in sembollerinden olan "Manneken Pis" e çıkarır... ve bu küçük adamın nasıl devleştiğinin çocuksu hikayesinin karşısında bulabilirsiniz kendinizi... Bilindik çizgi film kahramanlarının da şehridir, evidir, yuvasıdır Brüksel... bir mağaza'da peluş şirinler sizlere göz kırpar; diğerinde Tin Tin... Şehirden biraz uzaklaştığınızda "atomium" ve "Mini Europe" ağırlar sizi... Arabalara meraklıysanız Brüksel'in en keyifli mekanlarından Merode'daki Cinquantenaire'in içindeki "auto world" de bulunan müze hafızalarınızda yer edecek demektir... 



Brüksel'de "öteki olmak" mümkün değildir... Şehrin sakinlerinin yaşama değil, buluşma noktasıdır Brüksel....

Kendinizi ait hissettiğiniz dünya üzerindeki küçük cennetlerin çoğalması ve bir başka şehirle tango'da buluşmak dileği ile...


Sevgiyle,
Burçak

2 Şubat 2012 Perşembe

Bir Adım...

Guslav Klimt - Embrace
Şems'in "Düzenim bozulur,hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden bilebilirsin hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?" sorusuyla ürkek bir umut tomurcuğu yeşerir mi en derininizde?

Kendinize rağmen atacağınız bir adım sadece...
Büyük bir cesaretle ya da korkakça atılmış bir adım...
Gönlünüzle ya da ayaklarınızla attığınız minik bir adım...
Araladığınız minik bir perde...
Hasret dolu bir kavuşma...
Özlemle sarmalandığınız bir gece...
Kendinizi farkettiğiniz küçücük bir an... 
Neler değiştirir hayatınızda hiç düşündünüz mü?

sıcacık ısıtsın içinizi bu eşsiz nameler... 
(oya & bora sevme zamanı... sevdikçe)

31 Ocak 2012 Salı

Sıla...


Santorini: Bir Sanat Galerisi, 2010
İçinde yüreğini, zarif ellerini, tek başınalığını, göz yaşlarını, rüyalarını, hayallerini, mis kokulu anılarını, kız çocuğu hallerini, yarım yamalak kelimelerini, şirinliklerini, tutkularını, savaşlarını, zaferlerini, kıskançlıklarını, dostlarını sakladığı camdan bir kalesi vardı kadının… 

Kapı aralandı ve başını kaldırdı kadın,  gözgöze geldiler… Gecenin bir yarısı telefonun sesi acı acı yankılandı boşlukta… Erkeği sığınınca kadınına, küçük, kıvılcımlı, gerçeklikten uzak bir evcilik oyunu yarattılar kendilerine özgü ve kadın kendini bıraktı camdan kalesinin kulesinden aşağı... umarsızca... 

Sıradanlaşmadılar hiç ve gözyaşlarından incilerle işlediler ince ince, birlikteliklerini… bir dost oldular, bir sevgili, bir yol arkadaşı, bir yabancı… zaman geldi, ayna'daki aksine aşık divanenin; biçareye döndüğünü görmez oldu kadının gönül gözü… 

Yıllar geçti, ve kadın öğrenemedi bir türlü, sıla'da az olmanın çok'luk; çokluğun ise az'lık anlamına geldiğini... Her bir az'lıkta biraz daha besledi nefsi ve nefesiyle içinde camdan kalesinin yer aldığı görülmez krallığını... 

Söylenecek sözlerin kıyıya vurduğu, martı'ların terkettiği, bulutların meleklerden izler taşımadığı, öksüz bir gün batımında sığınağının kapısını aralarken buldu kendini… Özenle bir araya getirdi can kırıklarını... ve korkusuzca sevdi her bir can kırığının yüreğindeki izlerini. Kendi krallığının sınırlarında bir prenses oldu, bir kraliçe, bir kül kedisi... ama o sınırlar dahilinde de zehirli elmayı taşıyacak kadar "çok" olmadı... olamadı kendine… 

Kadın kucakladı kuzey rüzgarını… sıcacık… ve bıraktı kendini bir kez daha boşluğa… 

Kalemimi dile getiren dizelere minnetlerimle…

burcak

30 Ocak 2012 Pazartesi

Gül Sen… ∞


Gülsen Annem… 
benim mahremim… 
annemin can dostu… 
herkesle ayrı bir hikayesi olan can’ımız... 
seni çok özledik… 

Çocukluk anılarımın bayramıydı Fatsa’ya gitmek… Ucunda, sokaklarda koşturmak, dede’ye şımarıp bolca harçlık almak, çocukluk arkadaşlarıyla çatıdan çatıya atlayarak hasret gidermek, sahipsiz sokak kedilerini bir araya toplayıp beslemek ve sonrasında çığlık çığlığa kuduz aşısı olurken kendini annenin kızgın bakışları altında hastanede bulmak; sazlı, sözlü buluşmalardan kulağımızda kalan tınılar, çeşit çeşit boyama kitapları; kocaman, kalabalık bir aile vardı… 
   
Fatsa’ya girişteki köprünün üzerindeyken, arkada iki çocuk “Fatsa’ya geellllddiiiikkkkk” çığlığı atardık mutlulukla… Araba’dan iner inmez heyecanla koşardık annanemize, çık çık bitmezdi merdivenler… sabırsızlıktan değil, merdivenler çoktu :) Nefes nefese de olsa koşarak girerdik evin içine ve kocaman sarılırdık ev ahalisine. Ardından, sobanın samimi sıcaklığı sarardı minik yüreklerimizi ve karadeniz’in mis gibi yemeklerini coşkulu bir iştahla yerdik… 

Yemeğin ardından, saat kaç olursa olsun evden çıkar özgürlüğün tadını çıkarırdık ait olduğumuz yerde. Sokakta, benim tanımadığım ama bana sarılıp içtenlikle öpen; garip şiveleriyle bir sürü övgüyle beni donatan teyzeler olurdu her daim. Memleketteydik sonuçta…

Kavuşmaya can atılan ikici adresimiz hep aynıydı… Gülsen Anne. Gülsen Anne, içten öpücük demekti, sevildiğini bilmek demekti, çocuk hayalleri süsleyen bolca boyama kitabı, renkli kalemler, bir sürü şemsiye çikolata, uzaktan şirinlik yaparak gıdıklayabileceğin kocaman tatlı komşulara ziyaret ve annenin kızacağı şeyleri yapabilecek kadar prenses olmak demekti… 

Büyüdükçe gördüm ki benim biricik dayımın hayat arkadaşı Gülsen Anne,  aşka aşık; alışılmadık kadın demekti… 

Sevgilisini kaybetmenin yükünü taşıdı yıllarca omuzlarında. Bir yuvası; evi olsundu en büyük dileği… Hem anne yarısıydı, hem arkadaş, hem dost… Yüreklerinde aydınlıktan eser kalmamış eller, ona adına yakışır bir hayat sunacaklarına,  har vurup harman savurdular kırılgan ruhunu; bedenini…  

Ama bir sır vereyim sizlere… Gülsen Annem dünyanın en güçlü kadınıydı; el ne derse desindi… Acısa da içi, ağaç gibi salmıştı ya köklerini, rüzgar esti mi şöyle bir salınırdı sadece; kimsenin ağzına alamayacağı hastalığıyla bile tek başına mücadele etti kendine yakışır cesaretiyle, ilk erkek arkadaşımı bir o bildi ve hınzır bir gülümsemeyle sakladı sırrımı; kadın eline yakışmaz (!) ama güzel içerdi rakı’yı;  yalnızlığını dostlarının hayatını tamamlayarak yatıştırırdı; tüm çocuklar ona kıymetliydi; o tüm çocuklarına… ki onlar, bugün bile Gülsen Anne’lerini kalplerinin en dokunulmaz yerinde yaşatıyor… 

Çocukluk anılarımın buruk bir gülümsemeye gebe olduğunu içten içe bilir gibi bol bol mutluluk biriktirdim ben Fatsa’da… Bir tek Gülsen Annemi biriktiremedim… işte bu yüzdendir ki… Her 30 Ocak’ı  eksik yaşar; hissederim… ama bilirim ki, ışık ışık o şimdi ve bizimle… 

Sevgi ve Özlemle,

Burcak

19 Ocak 2012 Perşembe

Hediye...

Selin Abla'm, Ali ve ben... Burçak...

Giresun'daki Özgür Apartmanı sakinlerinin komşuculuk hikayelerinin en gözde kahramanları onlar. Gün doğunca, abla Selin okula; Ali ve Burçak kreşe gönderiliyor. Gün sona ermeden, üç küçük yürek heyecanla bir araya gelip oyunlarına devam ediyorlar...


Burçak, babasına hayran... o yüzden her oyunda bin türlü huysuzluk yaparak doktor rolünü kapıyor; Selin Abla bazen öğretmen oluyor bazen de anne... kızların dayanışmasından payını alan Ali ise her daim ya hasta ya da çocuk rolünde... 

sene 1984...

Oyun saati bitince, Selin Abla'm ve kardeşi Ali birlikte kalıyorlar, bense yapayalnız eve gitmek zorundayım... Hem uzun zamandır annemlerle aram çok bozuk... Kardeş istiyorum, bana kardeş getirmiyorlar !!! Sanırım beni sevmiyorlar, sevseler beni bu kadar üzmezlerdi... Annem kardeşimin karnında olduğunu söyleyip duruyor... ama sabırsızlığım hayatımın çocuk anlarında da benimle... bir dost... bir düşman... 

Kardeş istiyorum ben... ne erkek olmasının önemi var ne de kız... Bir sabah uyandığımda, artık zaman yaklaştı diyor annem ve bana kocaman sarıldıktan sonra "sana kardeşini getirmeye gidiyorum, sen Selin Abla'nlarla oyna" diyerek evden gidiyor... Heyecanım dolu dizgin; neyle karşılaşacağımı bilmeden evin kıymetlisi dikiş makinasının altına saklanıyorum ve bekliyorum annemi... kardeşimi getirecek...

...

Kapı aralanıyor... beşiğe doğru gidiyorum... iki adım ileri, bir adım geri... Neyle karşılaşacağımı bilmiyorum, bildiğim tek şey artık ablayım ve bir kız kardeşim var... 

Usulca sokuluyorum beşiğe ve ürkek... yüzü kırmızı... 

farkında olmadan ona doğru uzanıp masum bir öpücük konduruyorum yanağına... bu onun ilk öpücüğü... ve bu an kazınıyor varlığımıza "sen doğmuştun...ve ben seni öpmüştüm..."

Akşam olunca, annem ve babam hala beni sevmeye devam ediyor... Beni aralarına alıyorlar ve kucağıma turuncu bir kase koyuyorlar... içine iki kağıt atıyoruz... birinde "Burçin"; diğerinde ise "Eda" yazıyor... Gözlerimi kapatıp elimi kasenin içine daldırıyorum... 

hayatımın en güzel hediyesinin adı "kardişim" kalıyor... benimki "ablamum"...





13 Ocak 2012 Cuma

Gece...

LIADRO'm
Bazı gecelerde zaman yorulur; durur...
Saniyeler dakikaları; dakikalar saatleri izlemekten vazgeçer... 
Apansız kalkıverir üzerinden, sıcacık bedenini saran uykudan yorgan...
İşte o an ruhunun en derin hesaplaşması başlar... 
Acımasızca sallarsın kılıcını kendine; ama doğru ama yanlış... 
Başbaşa kalırsın yaşanmışlıklarınla; yaşanmış ama eksik kalmışlarınla; yaşanamamışlarınla...
Bir çare, biçare,  kitabına uzanır elin; ya da en sıkı dostun (!) telefonuna... 
Bir çocuk edasıyla kendini oyalamaya çalışırken; tanıdık bir koku gelir burnuna buram buram... 
Pencereden giren misafir ay ışığı göz kırpar, bedenini sarar...
ve en sadık dostuna; sırdaşına kaldırır kadehini...  

İşte tam da o anda gecenin aydınlık yüzü yansır ruhuma...

Ay'ın ipekten ışığı, pembe; hınzır bir mutlulukla sarar etrafımı...
Bebeğinin sesiyle en derin uykusunu hesaplaşmadan rafa kaldıran anneler gelir aklıma...
En kıymetlilerine sarıldıklarında hissettikleri huzurun aksi yansır yüzüme içtenlikle...
Çocukluktan kalma alışkanlığımla  dokuz yıldız sayar dileklerimi sıralarım ardı ardına...
Başucu kitaplarımdan birini alıp; seçtiğim rastgele sayfaları pusula bellerim kendime...
Melek kartlarımı alırım avucuma... 
Başucumdaki not defterimle sonsuzluğa taşırken bana ayna olan anları; gecenin sabaha dönen yüzünü sıcacık karşılamak için gece lambasından devralır nöbeti ıssız bir mum ışığı... 

ve huzurla sabaha döner gece...


6 Ocak 2012 Cuma

kardan adam...

Bazı mutluluklar kardan adama sarılmak gibidir... kalbiniz tarifsiz bir coşku içindeyken, ürperir parmak uçlarınız... biraz uzaktan sevmek, sessizce dile gelmek, özlemek gibi... 

Gece, sessizliğiyle dokunduğunda kardan adamın kırılgan bedenine, buz keser bir avuç mutlulukla süslediğiniz, koruduğunuz, kolladığınız eseriniz...  Elinizde bir garip; ürkek gülümseme kalır hikayenin sonunda... 

Soğuk bir kış gecesinde evin içine inceden inceye seslenir rüzgar ve dile getirir sandığının en derinine sakladığın korkularını... ya kırılırsa... ya karnımın içindeki sıcaklığa dayanamaz da erirse... ya uyandığımda gitmiş olursa... 

Bence böyle birşey kardan adama sarılmak...

Bir kelebek ömrü kadar kısa, can varoldukça hatırlanacak...

Kardan adama sarılmak, sadece o an'da... varlığını varlığına katmak; varlığında var olmak; an'ın büyüsüyle damarlarında mutluluktan öte bir tanımlama olmaması gibi...

twitter: burcakcll



Tarihlerin de bir önemi yok aslında zamanın da…  Evvel zaman içinde kalbur saman içinde insanlar öncelikle duvarlara yazarak kendilerini anl...