18 Ağustos 2014 Pazartesi

her bir an...

her bir an, bir hikaye başlı başına
her bir rüzgarın esintisi
her bir nefes
her bir aşk
her bir tekbaşınalık
her bir bulut kümesi
her bir adım
her bir ağacın dallarının ev sahipliğindeki yapraklar
her bir rüya
her bir hayal
her bir kahkaha
her bir gözyaşı
her bir sarılma
her bir günüm
her bir meditasyon
her bir mum ışığı
her bir aidiyet
her bir yol
her bir rüzgar
her bir an, bir hikaye başlı başına...

farketmek niyetiyle
aşkla, ışıkla...
burçak

10 Ağustos 2014 Pazar

Ön, önce, öncelik...


Muhteşem bir fotoğrafa rastladım Sevgili Seçil'in sayfasında... bu fotoğraf diyor ki "koydum sevinçlerimi önüme, baktım hepsi ailem"...

Yaşamın gerekliliklerinin karşısında duran "öncelikler". "Yapmam gerekli" cümlesinin içindeki zorunluluk hali ve "öncelik tanımak" cümlesindeki değerli paha biçilemez özen...

"Önceliklerini belirle" diye seslendiklerinde eğer sadece iş ve yapmak zorunda olduklarını düşünüyorsan; bu durumda ellerini kalbine koyup, derin bir nefes alıp soldaki fotoğrafa yeniden bak ya da evinin köşesindeki aile, arkadaş albümünü al karşına ve yeniden sırala önceliklerini.

Ailenin, sesinin rengi gülümsemediğinde de; yaşamın coşku ve aşkla dolduğunda da seni koşulsuz sevgi ile sarmalamalarına izin ver. En küçük bireyden hayatı sil baştan öğren dilersen; büyüğünden de her bir dakikanın ne kadar kıymetli olduğunu.

Yaşamın gerekliliklerini her gün bir kaç dakika olsun sıyır kenara ve özenle besle önceliklerini... En başa kendini koy sonra da sırala işte çalakalem, ne gelirse; her kim, değiyorsa aklına, yüreğine.

Aşkla, ışıkla,
Burçak

Ahmet Şerif İzgören
http://www.izgorenakademi.com/ 

Genç bir yönetici, yeni jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar gecen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı.

Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti. Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu:

 -  “Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu?”

Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi.

 -  “Lütfen, amca, lütfen kızmayın Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı.”

Çocuk gözlerinden süzülen yasları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti.

 -  “Abim orada. Yokuştan yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum.”

Çocuğun simdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu;

 -  Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardim edebilirimsiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır.

Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı. Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi. Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, su mesajı hiç unutmamak için sakladı:

“Hiçbir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme. Evren ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır. Fısıltıyı dinle veya taşı bekle.”


6 Ağustos 2014 Çarşamba

İki altın nefes arasında gün doğumu ve gün batımı


İki altın nefes arasında gün doğumu ve gün batımı. Gözlerini araladığında ayaklarının seni sürüklemesiyle başladığın gün, karşı kıyının camına yansıyan kızıl ışıkları yansıtarak yüzüne, vedaya hazırlanıyor.

Alelacele sıyrıldıktan sonra iş telaşından; yaşamının sana ait, sana özel, ama kısıtlı zamanlarına dalıyorsun sabırsızlıkla. Her gün, "bir" gibi görünse de hediyeleri farklı. Bir gün, en üst kat komşunun yetiştirdiği güvercinlerden en yavru, en beyaz olanı karşı dala konduğunda özgürlüğe kanatlanmaya çalışırken, onunla göz gözesin. Bir diğer gün, sokağın daha altındaki balkonun teyzesi ile birlikte, mahalleden geçen ve tanımadığın ayak sesine kulak kabartmış buluyorsun kendini. Bir diğer gün, sabahlara kadar hiç susmadıkları için kavgada olduğun kediler yoluna diziliyor sıra sıra, başka bir gün ise sus pus oluyor tüm sokak, yalnızlığını yüzüne vururcasına.

Evlerine dönen vapur yolcularına uzaktan kadehini kaldırırken bir gün, bakıyorsun ki yolu yarılamış tekne de kendince ağırlıyor misafirlerini. Ay'ın karşı kıyıdan doğumunu karşılarken bir gün; yolunun kesiştiği, kesişmediği herkesin aynı ay ışığını gördüğünü düşünüyor; ve yarı hüzünlü yarı umutlu bir gamze konduruyorsun sağ yanağına. Her gece, her gün doğumu aynı balkonu ziyaret eden martıların bile seslerinin değiştiğini görüyorsun gün ve gün...

İki altın nefes arasında gün doğumu ve gün batımı... Dilersen hediyelerle doldurursun her bir nefesi, dilersen kafesine çekiliverirsin gönlünden geçtiği gibi...

İki altın nefes arasında gün doğumu ve gün batımı...

Yeniköy Yağhanesi Sokağından,

aşkla, ışıkla...
burçak

5 Ağustos 2014 Salı

Karadeniz Sofraları...


Diken ucu yani merolcan, sakarca, turşu kavurması, pancar çorbası, denizden taze çıkmış balık, ısırgan otu, bakraçta yoğurt, suyun yüzünde yüzen sebzeler, avuç avuç mısır ekmeği ile öz'lendirilmiş yemekler, yağlı, yerine göre kuymak süsler karadeniz sofralarını...

Ekmek yerine servis edilen mısır ekmeği, akşam bir büyük rakı şişesiyle çıt çıt kırılan fındık sefasının ardından yoğurtla buluşur ve kaşık kaşık afiyetle yenir yatmadan önce...

Balık varsa akşama, çiçek gibi sıralanarak kızartılır... bir yüzü iyice kızardıktan sonra tek tek değil; ele geçen büyük bir tabakla ustaca çevrilir. Masada balık var ise illa ki elle yenir ve o salatanın suyuna düşürülür ekmekler.

Gün doğumu sofralarının vazgeçilmezidir, dağ çilekleri. Kokusu sofrayı, mutluluğu damağı sarar. Öyle önce tuzluyu bitirip sonrasında da tatlıya, reçele geçmez karadeniz insanı. Ekmek diliminin üzerine önce afiyetle reçeli sürer, sonrasında da peyniri üzerine konduruverir.

Günlerden pazar ise pide içleri ya evlerde hazırlanır - ki o görev anneannelerindir - ve evin yakınında hazırlatılmak üzere gönderilir; ya da tüm aile derlenir toplanır pideye gidilir. Pide'de mecbur beklenir, o nedenle, nerede ne gazete var, doluşturulur arabanın arka koltuğuna. Yine kimse çatala bıçağa dokunmaz; ortasındaki yumurtaya bana bana yenir afiyetle, sohbetle pideler.

Pazar günleri pideye gitmeyenler, yaylaya çıkarlar. Giresun'un vardır güzel güzel yaylaları: Kulakkaya, Kümbet... Çocuklar arabaya doluşturulur, iki saat süren yolculuğun ardından ilk durağa gelindiğinde bu sefer pancar çorbası ve mis gibi tereyağ ile hazırlanan yağda yumurta süsler gün doğumu sofrasını. Sıkı sıkı giyinir herkes ve daha da yukarıya yaylaya çıkıldığında, büyükler mangalı hazırlar; çocuklar top koşturur; şişeler devrilir. Keyifler yerindeyse Giresun karşılaması, horon artık ne çalınırsa kulağa ayaklar ona uyar.

Eve geri dönerken dağ çilekleri alınır kase kase. Kıştan kalma kar birikintilerinin olduğu yere ellerinde poşetlerle tırmanır tüm ahali ve aşağıya kayılır. Yolda çağlayan bir kaç pınardan su doldurulur ve evin yolu tutulur.

Acı girmez karadeniz yemeklerine. Hamsi pilava katıldığında karabiber yerine bolca kuş üzümü koyulur; sofralar hep tatlı olsun diye. Tekneler denizde "sos" işareti verdiğinde eline torbayı kapan hemen limana koşar. Tekneden boşaltılırken balıklar, kısmette ne ise o girer sofralara.

Karadeniz sofralarının lezzeti yeşilinde, sohbetinde, ansızın üst komşunun aşağıda salladığı sepetinde, köylü pazarlarında, samimiyetindedir.

Giresun'a özlemle, aşkla, ışıkla,

Burçak


3 Ağustos 2014 Pazar

ruhum gezgin, ruhum özgür


ruhum gezgin, ruhum özgür...

bir sabah uyanınca farkettim, bir kaç kıymetli kitabım dışında hiç bir eşya ile bağım olmadığını... 
üzerimde 2 yıla yakın bir süredir taşıdığım, ailemin 34. yaş hediyesi melekli kolyem, sol bileğimde üzerinde sonsuzluk işareti olan kırmızı bileziğim ve kilometrelerce yolda sessizliğe birlikte büründüğümüz; "e hadi gidiyoruz" dediğimizde bir kaç eşyamızla yollara birlikte düştüğümüz sevgili hayta... 
Kollarımı iki yana açıp bir kaç hafta öncesinde dağlarda süzülürken gördüğüm kartal'lara özeniyorum bu aralar sıklıkla. Gün doğumlarını sevgiyle karşılamak için gözlerimi kapadığımda; karşıma yüce bir dağın eteğine kurulmuş uzaklarda bir köy çıkıyor ve karışıyorum o köyün halkının arasına. Yaşadığım koskocaman şehrin en ücra köşesinde dallar üzerinde asılı, çıkma bir balkonun misafiri olmak, özgür ruhumu gülümsetiyor... 
İki yıl önce yaptığım gibi hayta'ya doldurup bir kaç kitap ve kıyafeti; ya da onu da geride bırakıp melekli kolyem, sonsuzluğu hatırlatan bileziğim ve bir sırt çantası ile yeni bir yaşama adım atmamın önünde engel tek bir bağın bile olmaması, gezgin ruhumun besin kaynağı... 
Sevdiklerime sarıldığımda, gözlerim kapalıyken kendimi bulduğum o uzak köyde, denizin altındaki bir nefeste, ağaçların üzerinde asılı balkonda, kız kardeşimin, annemin, babamın, dostların sesinde, kitapların içinde, çocuklarla sohbette, bebeklerin cennet kokusunda, kelimelerim parmak uçlarımdan gelişi güzel döküldüğünde, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaşi Veli'nin, Şems'in, Kimya Hatun'un dizelerinde, içimde yankılanan ezgilerde kendimi evde hissediyorum...
Doğa'ya aşık ruhum gezgin, ruhum özgür...

Aşkla, ışıkla...
burçak




2 Ağustos 2014 Cumartesi

Yarım Dağ


Yarım dağ
Bir yarısında yaşam var diğer yarısında insan eli
Bir yarısında hala kuşlar, karıncalar günlük telaşları içinde yaşamı onurlandırıyor, diğer yarısı safran sarı
Gün doğumuyla yaşam dolu dağların arasından geçerken bir köşeyi döndüğünüzde; Yalova'da da karşınıza çıkıyor yarım dağ(lar); köyünüzün karşı cephesinde de...
Sorunca "neden" diye; ağız birliği yapılmış gibi ortak bir yanıt veriliyor: "taş çıkarılıyor buralardan"...

Buralardan taş çıkarılıyor; oralarda bina yapılıyor; şu karşı kıyıya bir köprü daha atılıyor; arkaya en afilli havaalanı yapılıyor... Herbiri bir birinden geçerli "o, bu, şu" nedenlerle yaşama, yaşamına, yaşamıma saldırılıyor... 

şirketlerinin kış ayında köklerinden sökerek başka yere taşıdığı (!) ağaçları nasıl koruduğunu anlatıyorlar dost sohbetlerinde...

Elleri toprağa hiç değmemiş belli ki...

...

Komşudan bir menekşe dalı alıp, köklensin diye toprağa gömülü iki yaprakla konuşalım hadi... Bir ağaç susuz kaldığında onu sökmek yerine sevip, sulayacak kadar sabırlı olalım...Bahçemizde, balkonlarımızda sevgiyle yetiştirdiğimiz domatesleri ikram edelim kahvaltı sofralarımızda... Dışarı çıkıp bize göz kırpan ilk ağaca sarılalım... Yaşadığımız sokağın sakinleri olan kedileri, köpekleri, kuşları şımartalım bugün...

Doğa ile bir olduğumuzu hissedelim tüm hücrelerimizde ve sevgi ile saralım yarım dağ'ları... Güzel ülkemizin her neresinde karşımıza çıkarsa yarım dağ'lar, paylaşalım... Paylaşalım ki sesleri duyulsun; paylaşalım ki sesimiz her geçen gün daha da yükselsin...

#yarimdag

tema@tema.org.tr 
http://www.tema.org.tr/

Doğa'ya aşkla, ışıkla,

Burçak

Tarihlerin de bir önemi yok aslında zamanın da…  Evvel zaman içinde kalbur saman içinde insanlar öncelikle duvarlara yazarak kendilerini anl...