31 Ocak 2012 Salı

Sıla...


Santorini: Bir Sanat Galerisi, 2010
İçinde yüreğini, zarif ellerini, tek başınalığını, göz yaşlarını, rüyalarını, hayallerini, mis kokulu anılarını, kız çocuğu hallerini, yarım yamalak kelimelerini, şirinliklerini, tutkularını, savaşlarını, zaferlerini, kıskançlıklarını, dostlarını sakladığı camdan bir kalesi vardı kadının… 

Kapı aralandı ve başını kaldırdı kadın,  gözgöze geldiler… Gecenin bir yarısı telefonun sesi acı acı yankılandı boşlukta… Erkeği sığınınca kadınına, küçük, kıvılcımlı, gerçeklikten uzak bir evcilik oyunu yarattılar kendilerine özgü ve kadın kendini bıraktı camdan kalesinin kulesinden aşağı... umarsızca... 

Sıradanlaşmadılar hiç ve gözyaşlarından incilerle işlediler ince ince, birlikteliklerini… bir dost oldular, bir sevgili, bir yol arkadaşı, bir yabancı… zaman geldi, ayna'daki aksine aşık divanenin; biçareye döndüğünü görmez oldu kadının gönül gözü… 

Yıllar geçti, ve kadın öğrenemedi bir türlü, sıla'da az olmanın çok'luk; çokluğun ise az'lık anlamına geldiğini... Her bir az'lıkta biraz daha besledi nefsi ve nefesiyle içinde camdan kalesinin yer aldığı görülmez krallığını... 

Söylenecek sözlerin kıyıya vurduğu, martı'ların terkettiği, bulutların meleklerden izler taşımadığı, öksüz bir gün batımında sığınağının kapısını aralarken buldu kendini… Özenle bir araya getirdi can kırıklarını... ve korkusuzca sevdi her bir can kırığının yüreğindeki izlerini. Kendi krallığının sınırlarında bir prenses oldu, bir kraliçe, bir kül kedisi... ama o sınırlar dahilinde de zehirli elmayı taşıyacak kadar "çok" olmadı... olamadı kendine… 

Kadın kucakladı kuzey rüzgarını… sıcacık… ve bıraktı kendini bir kez daha boşluğa… 

Kalemimi dile getiren dizelere minnetlerimle…

burcak

30 Ocak 2012 Pazartesi

Gül Sen… ∞


Gülsen Annem… 
benim mahremim… 
annemin can dostu… 
herkesle ayrı bir hikayesi olan can’ımız... 
seni çok özledik… 

Çocukluk anılarımın bayramıydı Fatsa’ya gitmek… Ucunda, sokaklarda koşturmak, dede’ye şımarıp bolca harçlık almak, çocukluk arkadaşlarıyla çatıdan çatıya atlayarak hasret gidermek, sahipsiz sokak kedilerini bir araya toplayıp beslemek ve sonrasında çığlık çığlığa kuduz aşısı olurken kendini annenin kızgın bakışları altında hastanede bulmak; sazlı, sözlü buluşmalardan kulağımızda kalan tınılar, çeşit çeşit boyama kitapları; kocaman, kalabalık bir aile vardı… 
   
Fatsa’ya girişteki köprünün üzerindeyken, arkada iki çocuk “Fatsa’ya geellllddiiiikkkkk” çığlığı atardık mutlulukla… Araba’dan iner inmez heyecanla koşardık annanemize, çık çık bitmezdi merdivenler… sabırsızlıktan değil, merdivenler çoktu :) Nefes nefese de olsa koşarak girerdik evin içine ve kocaman sarılırdık ev ahalisine. Ardından, sobanın samimi sıcaklığı sarardı minik yüreklerimizi ve karadeniz’in mis gibi yemeklerini coşkulu bir iştahla yerdik… 

Yemeğin ardından, saat kaç olursa olsun evden çıkar özgürlüğün tadını çıkarırdık ait olduğumuz yerde. Sokakta, benim tanımadığım ama bana sarılıp içtenlikle öpen; garip şiveleriyle bir sürü övgüyle beni donatan teyzeler olurdu her daim. Memleketteydik sonuçta…

Kavuşmaya can atılan ikici adresimiz hep aynıydı… Gülsen Anne. Gülsen Anne, içten öpücük demekti, sevildiğini bilmek demekti, çocuk hayalleri süsleyen bolca boyama kitabı, renkli kalemler, bir sürü şemsiye çikolata, uzaktan şirinlik yaparak gıdıklayabileceğin kocaman tatlı komşulara ziyaret ve annenin kızacağı şeyleri yapabilecek kadar prenses olmak demekti… 

Büyüdükçe gördüm ki benim biricik dayımın hayat arkadaşı Gülsen Anne,  aşka aşık; alışılmadık kadın demekti… 

Sevgilisini kaybetmenin yükünü taşıdı yıllarca omuzlarında. Bir yuvası; evi olsundu en büyük dileği… Hem anne yarısıydı, hem arkadaş, hem dost… Yüreklerinde aydınlıktan eser kalmamış eller, ona adına yakışır bir hayat sunacaklarına,  har vurup harman savurdular kırılgan ruhunu; bedenini…  

Ama bir sır vereyim sizlere… Gülsen Annem dünyanın en güçlü kadınıydı; el ne derse desindi… Acısa da içi, ağaç gibi salmıştı ya köklerini, rüzgar esti mi şöyle bir salınırdı sadece; kimsenin ağzına alamayacağı hastalığıyla bile tek başına mücadele etti kendine yakışır cesaretiyle, ilk erkek arkadaşımı bir o bildi ve hınzır bir gülümsemeyle sakladı sırrımı; kadın eline yakışmaz (!) ama güzel içerdi rakı’yı;  yalnızlığını dostlarının hayatını tamamlayarak yatıştırırdı; tüm çocuklar ona kıymetliydi; o tüm çocuklarına… ki onlar, bugün bile Gülsen Anne’lerini kalplerinin en dokunulmaz yerinde yaşatıyor… 

Çocukluk anılarımın buruk bir gülümsemeye gebe olduğunu içten içe bilir gibi bol bol mutluluk biriktirdim ben Fatsa’da… Bir tek Gülsen Annemi biriktiremedim… işte bu yüzdendir ki… Her 30 Ocak’ı  eksik yaşar; hissederim… ama bilirim ki, ışık ışık o şimdi ve bizimle… 

Sevgi ve Özlemle,

Burcak

19 Ocak 2012 Perşembe

Hediye...

Selin Abla'm, Ali ve ben... Burçak...

Giresun'daki Özgür Apartmanı sakinlerinin komşuculuk hikayelerinin en gözde kahramanları onlar. Gün doğunca, abla Selin okula; Ali ve Burçak kreşe gönderiliyor. Gün sona ermeden, üç küçük yürek heyecanla bir araya gelip oyunlarına devam ediyorlar...


Burçak, babasına hayran... o yüzden her oyunda bin türlü huysuzluk yaparak doktor rolünü kapıyor; Selin Abla bazen öğretmen oluyor bazen de anne... kızların dayanışmasından payını alan Ali ise her daim ya hasta ya da çocuk rolünde... 

sene 1984...

Oyun saati bitince, Selin Abla'm ve kardeşi Ali birlikte kalıyorlar, bense yapayalnız eve gitmek zorundayım... Hem uzun zamandır annemlerle aram çok bozuk... Kardeş istiyorum, bana kardeş getirmiyorlar !!! Sanırım beni sevmiyorlar, sevseler beni bu kadar üzmezlerdi... Annem kardeşimin karnında olduğunu söyleyip duruyor... ama sabırsızlığım hayatımın çocuk anlarında da benimle... bir dost... bir düşman... 

Kardeş istiyorum ben... ne erkek olmasının önemi var ne de kız... Bir sabah uyandığımda, artık zaman yaklaştı diyor annem ve bana kocaman sarıldıktan sonra "sana kardeşini getirmeye gidiyorum, sen Selin Abla'nlarla oyna" diyerek evden gidiyor... Heyecanım dolu dizgin; neyle karşılaşacağımı bilmeden evin kıymetlisi dikiş makinasının altına saklanıyorum ve bekliyorum annemi... kardeşimi getirecek...

...

Kapı aralanıyor... beşiğe doğru gidiyorum... iki adım ileri, bir adım geri... Neyle karşılaşacağımı bilmiyorum, bildiğim tek şey artık ablayım ve bir kız kardeşim var... 

Usulca sokuluyorum beşiğe ve ürkek... yüzü kırmızı... 

farkında olmadan ona doğru uzanıp masum bir öpücük konduruyorum yanağına... bu onun ilk öpücüğü... ve bu an kazınıyor varlığımıza "sen doğmuştun...ve ben seni öpmüştüm..."

Akşam olunca, annem ve babam hala beni sevmeye devam ediyor... Beni aralarına alıyorlar ve kucağıma turuncu bir kase koyuyorlar... içine iki kağıt atıyoruz... birinde "Burçin"; diğerinde ise "Eda" yazıyor... Gözlerimi kapatıp elimi kasenin içine daldırıyorum... 

hayatımın en güzel hediyesinin adı "kardişim" kalıyor... benimki "ablamum"...





13 Ocak 2012 Cuma

Gece...

LIADRO'm
Bazı gecelerde zaman yorulur; durur...
Saniyeler dakikaları; dakikalar saatleri izlemekten vazgeçer... 
Apansız kalkıverir üzerinden, sıcacık bedenini saran uykudan yorgan...
İşte o an ruhunun en derin hesaplaşması başlar... 
Acımasızca sallarsın kılıcını kendine; ama doğru ama yanlış... 
Başbaşa kalırsın yaşanmışlıklarınla; yaşanmış ama eksik kalmışlarınla; yaşanamamışlarınla...
Bir çare, biçare,  kitabına uzanır elin; ya da en sıkı dostun (!) telefonuna... 
Bir çocuk edasıyla kendini oyalamaya çalışırken; tanıdık bir koku gelir burnuna buram buram... 
Pencereden giren misafir ay ışığı göz kırpar, bedenini sarar...
ve en sadık dostuna; sırdaşına kaldırır kadehini...  

İşte tam da o anda gecenin aydınlık yüzü yansır ruhuma...

Ay'ın ipekten ışığı, pembe; hınzır bir mutlulukla sarar etrafımı...
Bebeğinin sesiyle en derin uykusunu hesaplaşmadan rafa kaldıran anneler gelir aklıma...
En kıymetlilerine sarıldıklarında hissettikleri huzurun aksi yansır yüzüme içtenlikle...
Çocukluktan kalma alışkanlığımla  dokuz yıldız sayar dileklerimi sıralarım ardı ardına...
Başucu kitaplarımdan birini alıp; seçtiğim rastgele sayfaları pusula bellerim kendime...
Melek kartlarımı alırım avucuma... 
Başucumdaki not defterimle sonsuzluğa taşırken bana ayna olan anları; gecenin sabaha dönen yüzünü sıcacık karşılamak için gece lambasından devralır nöbeti ıssız bir mum ışığı... 

ve huzurla sabaha döner gece...


6 Ocak 2012 Cuma

kardan adam...

Bazı mutluluklar kardan adama sarılmak gibidir... kalbiniz tarifsiz bir coşku içindeyken, ürperir parmak uçlarınız... biraz uzaktan sevmek, sessizce dile gelmek, özlemek gibi... 

Gece, sessizliğiyle dokunduğunda kardan adamın kırılgan bedenine, buz keser bir avuç mutlulukla süslediğiniz, koruduğunuz, kolladığınız eseriniz...  Elinizde bir garip; ürkek gülümseme kalır hikayenin sonunda... 

Soğuk bir kış gecesinde evin içine inceden inceye seslenir rüzgar ve dile getirir sandığının en derinine sakladığın korkularını... ya kırılırsa... ya karnımın içindeki sıcaklığa dayanamaz da erirse... ya uyandığımda gitmiş olursa... 

Bence böyle birşey kardan adama sarılmak...

Bir kelebek ömrü kadar kısa, can varoldukça hatırlanacak...

Kardan adama sarılmak, sadece o an'da... varlığını varlığına katmak; varlığında var olmak; an'ın büyüsüyle damarlarında mutluluktan öte bir tanımlama olmaması gibi...

twitter: burcakcll



Tarihlerin de bir önemi yok aslında zamanın da…  Evvel zaman içinde kalbur saman içinde insanlar öncelikle duvarlara yazarak kendilerini anl...